BASİT YAŞAMAK

Standard
BASİT YAŞAMAK

1980li yıllarda çocuk olmak… Televizyonun tek kanal olduğu ve onun da devlet kanalı olduğu yıllarda. İstiklal Marşı ile yayının başlayıp yine İstiklal Marşı ile sona erdiği yıllarda… Buz pateni şampiyonasını heyecanla beklediğimiz, biraz geç yatabilmek için ebeveynlerimizden izin kopardığımız yıllar… Hayat daha mı kolay ve basitti?

Teknolojinin hayatımıza hükmetmeye başladığı 2000li yıllar itibarıyla hayat sanki daha bir zor hale geldi. Eskiden daha güleryüzlü iken hep elde etmeye ve başarmaya çalıştığımız için hayatı da zorlaştırmaya mı başladık acaba?

Çocukluğumuzu hatırlayın. Özellikle kendi yaş grubumuzu yani… Cep telefonları yoktu. Okulda Cuma gününden ertesi gün buluşmak için arkadaşlarımızla sözleşirdik. Sözlerimiz senetti. “Şu saatte şu mağazanın önünde.” Ve herkes beş dakika önce ya da sonra o mağazanın önünde olurdu. Birbirimizi cep telefonundan arayıp “Nerede kaldın? Ben geldim” deme ihtiyacı duymazdık. Cep telefonlarına bağlı ve bağımlı değildik o günlerde. Daha mı mutluyduk acaba? Daha mı basit yaşıyorduk? Daha mı huzurluyduk küçük ama basit dünyamızda? Teknolojiden uzak…

Yanlış anlamayın lütfen. Teknoloji ile alıp veremediğim yok. Günümüz koşullarında çok gerekli ve faydalı. Ama biz gerçekten de teknolojiyi gerektiği şekilde faydalı olacak şekilde kullanabiliyor muyuz?

Televizyonu açtığımızda birbirinden farklı dizi, film, belgesel, eğlence ve spor kanalları arasından hangisini izleyeceğimizi kolaylıkla seçebiliyor muyuz yoksa “maymun iştahlı” bir şekilde ondan ona zıplıyor muyuz? Cep telefonumuzu elimize alıp sürekli sosyal medyada geziniyor ve oyun mu oynuyoruz? Hiç dikkat ettiniz mi? İnsanlar bir araya gelip oturduğunda birbirlerine “merhaba. Nasılsın” demeden önce öz çekim yapıyor. Yemek siparişlerini verdikten sonra bir iki küçük sohbet ettikten sonra ellerine telefonlarını alıyor, gelen mesajlara cevap veriyor; sosyal medyada geziniyor. Birbirleriyle konuşmak yerine telefonlarına dalıyorlar. Dışardan baktığınızda aynı masa etrafında toplaşmış başları telefonlarına gömülü kişiler görüyorsunuz. Beş dakika bile telefonlarından ayrı olamayan insanlar… Sonra telefon çalıyor ve konuşmaya başlıyor. Telefon sohbeti uzadıkça uzuyor. Peki o zaman neden bir araya geldin arkadaşlarınla? Evinden onlarla yazışabilir, gönderilerini beğenebilir ve yorum yapabilirdin.

Yoga derslerine biraz huzur, mutluluk ve rahatlık sağlamak için gelen insanlara bakıyorum. Sürekli gelen ve yogayı sevip gönül verenleri tenzih ederek yazıyorum. Telefonunu yanına koyup derste akış yaparken bir gözüyle telefona bakan, sessize almayan, gelen aramalara cevap veren, mesajlaşan insanlar var. Ne ara biz bu kadar müptela olduk? Bağlı ve bağımlı? Ne ara sosyalleşmenin karşılıklı oturmak ve paylaşmak demek olduğunu unuttuk. Acı ama gerçek bir karikatür var. Sosyal medyada büyük ihtimalle karşılaşmışsınızdır. Kilisede bir cenaze töreninde sadece rahip ve tabut var. Cenazeye gelen kimse yok. Rahip, “halbuki Facebook’ta 1,000 tane arkadaşı vardı” diyor. Acı ama gerçek. Gerçek hayatta paylaşmayı unuttuk. Sosyalleşmeyi unuttuk. Sosyal medya üzerinde birbirimizi takip ettiğimiz için görüştüğümüzü zannediyoruz çünkü birbirimizden sürekli haberdarız. Peki ama yüz yüze görüşme? Konuşma, dokunma, paylaşma?

Biz hangi ara bu kadar teknoloji bağımlısı olduk? Paylaşmayı ve görüşmeyi unuttuk. Cep telefonu olmadan yaşayamaz olduk. Televizyon en iyi dostumuz oldu. Seyrettiğimiz dizilerin karakterleriyle özdeş olduk. Onlarla yatıp onlarla kalkmaya başladık. Telefonla sürekli ulaşılabilir olduk. Ulaşamamayı unuttuk. Ulaşamamanın ve özlemenin keyfini unuttuk. Özlemeyi, konuşamamayı, mektup yazmayı, duygularımızı ifade etmeyi unuttuk. Teknolojinin, telefonun kölesi olduk. Her arandığımızda ulaşıldık. Her mesajda haberdar ettik. Özlemenin tadını unuttuk. Her şey elimizin altında ve ulaşılır oldu. Her şeye çok kolay erişebildik. Çabalamanın değerini unuttuk. Çaba göstermeyince de hiçbir şeyin değeri kalmadı.

En azından bugün biraz “teknoloji detoksu/arınması” yapmaya ne dersiniz? En azından bir saatliğine cep telefonunu kapatmaya, hadi kapatamadık diyelim, bir saatliğine sosyal medyadan uzak durmaya? Ne kaybederiz? Ne kazanırız? Bence özgürleşiriz. Daha özgür oluruz. Teknolojinin esiri ve kölesi olmayız. Bağımlılıktan kurtuluruz. Çevremizdekileri daha iyi dinleyebilir, onlara daha iyi odaklanabilir, onları daha iyi algılayabiliriz. Sohbetlerin daha çok farkında oluruz. Sadece işitmeyiz, duyarız. Sadece bakmayız, görürüz. Daha basit ve kolay bir hayatımız olur tıpkı eski günlerdeki gibi… Belki daha mutlu ve huzurlu oluruz. En azından bugün teknolojik olarak arınmaya ve daha basit yaşamaya ne dersiniz?

kışın yoga

Standard

burcuyircali

21 Aralık kış gündönümü… Yılın en kısa günü ve en uzun gecesi… Kış ayları geldi mi moralim oldukça bozuk olur. Yıllardır yoga yapan ve yogayla yaşayan bir insan olduğum halde, hayatın ikiliğine ve zıtlıklarına (dualitesine) bir türlü alışıvermiş değilim. Aslında birçok alanda kabullenmiş durumdayım bu ikili dengeyi (dualiteyi). Ama iş yaz ve kış döngüsüne geldiğinde nedense yaz benim için ağır basıyor. Açıkçası, yaz varsa kış da var söylemi benim bir türlü içimden gelerek dillendirdiğim bir söylem değil.

Photo

Kış… Soğuk, karanlık, kuru ve sert… Tüm bunlar “Ayurveda” (Hint yaşam biliminde) üç beden yapısından “vata dosha”ya tekabül eder. “Vata dosha”, akla hafif, havadar ve yaratıcı gibi sıfatları çağrıştırır. Bu beden yapısının temel özelliği, değişkenliğidir. “Vata dosha”nın, en önemli görevi merkezi sinir sistemini denetlemesidir. Bu “dosha”nın dengesi bozulduğunda kaygı ve depresyondan klinik zihinsel sorunlara kadar değişik sinirsel rahatsızlıklara açık olabiliriz.

Kış aylarında, soğuk, kuru ve sert havayla birlikte, “Ayurveda”ya göre vücut tipimiz ne…

View original post 721 kelime daha

yaz aylarında yoga

Standard

burcuyircali

Yaklaşık iki aydır yazın gelmesini bekliyorum. Ben bekledikçe yaz bir türlü gelmiyor. Seviyorum ya sıcak havayı, güneşi, havuzu, denizi ve güneşlenmeyi… Ben yaz gelsin ben de denize havuza gireyim güneşleneyim dedikçe yaz bir türlü gelmiyor. Bir de üstüne üstlük yazın ne tarz yoga hakkında bir yazı yazmayı istiyorum. Yaz gelmediği halde… Bu konudaki yazımı da bir türlü yazamıyorum.  Baktım olacak gibi değil. En iyisi ben yazımı yazayım diye karar verdim. Ne de olsa 21 Haziran yaz gündönümü geldi  bile… Öncelikle yaz gündönümünü kutlamak için ne tarz bir yoga yapmalıydık?

Bu soruyu cevaplamadan önce yaz gündönümü ne demek ve bu özel günde neler oluyor onu bir anlamaya çalışalım. Bir yıl içinde iki defa gündönümü yaşıyoruz. Biri kışın, 21 Aralık’ta, biri de yazın, 21 Haziran’da. Her iki gündönümünde de, güneş tersi istikamete harekete geçmeden önce duraklıyor. İşte bu durakladığı anlara gündönümü diyoruz. Öncelikle yaz gündönümünü kutlamak için ne tarz bir yoga yapmalıyız?
Yaz gündönümü…

View original post 893 kelime daha

şifa almak

Standard

Yine uzun bir süredir yazmıyorum. Neden bilmiyorum. Bu da bir süreç sanırım. Ara verdim, zihnimi dinlendirdim ve yeniden yazmaya başladım. Sürekli yazabilir miyim? Onu da bilmiyorum. Geleceği düşünmüyorum. Sadece şu an canım yazmak istedi ve bilgisayarın başına oturdum.

Aslında yazacak çok şey var. Derslerde deneyimlediklerimiz… Hem fiziksel hem de duygusal, zihinsel… Ama bir türlü zihnimi toparlayıp yazamadım. Doğru zaman şu anmış ve işte yeniden karşınızdayım.

Geçenlerde enerji ile ilgilenen öğrencilerden biri derse geldi. Her ne kadar dersleri aksatmak istemese de, işte öğle tatili sırasında yaptığımız yoga derslerine kimi zaman kimi öğrenciler katılamamakta… O sabah uyandığımda aklımdan bu öğrenciyi geçirdim. Yeni ay zamanıydı ve yeni ay ile ilgili bir çalışma yapmayı planlamıştım. Ama bu çalışmayı şifa enerjisi ile uğraşan öğrencimin yapmasını istemiştim. Daha önceden böyle bir çalışma yapmak için sözleşmiştik. Sabah uyandığımda, “bugün o gün” diye düşünmüştüm. O öğrencinin, derslere sürekli gelemediğini de biliyordum ama içimden bir ses o gün derse geleceğini söylüyordu. Öyle de oldu.

Dersi yaptığımız spor salonuna girmek üzereyken öğrenci de kapıdan çıkmak üzereydi. “Hocam geliyorum birazdan. Derse katılacağım” dedi. Ben de, “bugün derse geleceğini biliyordum. Hissettim çünkü bugün senden bizi şifalandırmanı isteyecektim. Tabii ki herkes bu fikri kabul ederse. Yeni ay ile yeni başlangıçlar ve yenilikler için bir çalışma yapmanı rica edecektim” dedim. Öğrenci, bizim itirazlarımıza fazla dayanamadı ve kabul etti.

Meditasyon ile başladık. Herkes rahat ettiği şekilde oturdu. Üşüyüp de zihnimizin etkisi altında kalmamak için çoraplarımızı giydik. Üzerimize battaniye örttük. Çalışmaya “Gayatri Mantra” ile başladık. Oldum olası en sevdiğim mantra idi. Gözlerimi kapattım, nefesime odaklandım, nefes alış ve verişimi izlemeye başladım, bedenimi gevşettim. Hatta rahat etmek istediğim için sırtımı da duvara yasladım. O kadar uzun zamandır sadece ders veriyordum ki! Almayı unutmuştum. Sadece enerji veriyor, kendim enerji almıyordum. Almaya çok ihtiyacım varmış meğer…

Yeni ay Boğa burcunda olduğu ve Boğa burcunun gezegeni de Venüs olduğu için o gün “svadhisthana” (sakral) ve “anahata” (kalp) çakrası üzerine çalışacağımızı söyledi öğrenci. Mantralar eşliğinde, öğrencinin yönlendirmesi ile bizim bedenler, zihinler ve ruhlar akıp gidiyordu. En son nefesimin çok sakinleştiğini, neredeyse durduğunu hatırlıyorum. Bedenimi hissetmiyordum. Sanki bedenim yoktu. Gözlerimin önünde renkler ve geometrik şekiller. “Çok şükür” dedim içimden. “Artık beyin dalgalarım betadan (stres modu) alfaya (meditasyon ve savasana modu) geçiyor.” En son fark ettiğim şey bu oldu. Sonrasında kendimi mantralara, öğrencimin engin bilgisine ve akışa bıraktım. Mantralar birbiri ardında çalarken gözlerimin önündeki renkler ve şekiller değişti. Önceleri iki kırmızı çizgi sağdan soldan birbirine yaklaşıp çarptı ve şimşek gibi çarptı. Ardından renkler yumuşadı. Lacivert ve maviye döndü her yer. Artık başımı dik tutamıyordum. Başım sağa sola, öne arkaya doğru kendiliğinden devriliyordu. Beden yoktu artık. Uçuyordum sanki. Hani yoga ve meditasyon yaparken kişilerin yerden yükseldiği söylenir ya, ben şahsen fiziksel olarak hiç tanık olmadım. Ama yerden yükseldin mi diye soracak olursanız, sanırım yükseldim. Gözlerim kapalıyken ve bedenim çok hafifken, mantraları dinlerken o kadar hafif hissettim ki!. Sanki yerden bir karış yukarıda gibiydim. Böyle hissettim gerçekten.

Şifa enerjisinin sonunda “savasana”ya (derin gevşeme ve dinleme pozisyonu) uzandık. Biz “savasana”da dinlenirken, öğrenci de tek tek hepimizin yanına geldi. Öğrenci yanıma geldiğinde başımın tepesinden — tepe çakradan (sahasrara çakra) tüm bedenime yayılan bir enerji hissettim. İçim titredi, bedenimin tümünde bir titreşim hissettim. İçim ürperdi. Bedenim elektrik akımına kapılmış gibiydi. İnanılmaz bir deneyimdi. Uzun zamandır böylesine bir enerji hissetmemiştim. Her zaman enerji veren ve almayı unuttuğum için bu çalışma bana çok iyi gelmişti. Enerji veren kişilerin arada sırada kendilerini hatırlamaları ve bu tarz enerji çalışmalarına katılmaları gerekiyordu bence.

“Savasana”dan sonra uyanmak dahi istemedim. Ne yazık ki gerçek dünyaya dönme ve o huzurlu dünyadan ayrılmak gerekiyordu. Öğrenci, “aslında yeni ay şu an tam gerçekleşmedi. Yaklaşık bir buçuk saaat sonra tam olarak etkisini gösterecek. Normalde böyle bir şifa enerjisi çalışmasını yeni ay henüz olmamışken ve tam öncesinde yapmak doğru değil çünkü şifa enerjisini tam olarak alamazsınız ve tam olarak faydalanamazsınız. Ama bugün derse katılanların o kadar çok bu çalışmaya ihtiyacı olduğunu hissettim ki, onun için yaptım. Ben de bu kadar iyi bir çalışma çıkacağını hiç düşünmemiştim ve sonuca inanamadım. Kendim de bu kadar verici olamazdım ay henüz tam olarak yeni ay durumuna gelmemişken. Ama ben de sizlerden gelen yoğun istek ve ihtiyaç doğrultusunda şifa enerjisini sizlere ulaştırabildim. Ne mutlu bana” dedi.

O gün çalışmadan sonra kendi kendime karar verdim. İki elim kanda olsa, arada sırada ben de “alacaktım.” Hayattaki döngünün doğru işleyebilmesi için sürekli vermek değil, bazen de almak gerekiyordu. Aslında alma-verme döngüsünü eşit tutmak gerekliydi. Ne fazla almak ne de fazla vermek… Ve şifalanmak, arınmak, tazelenmek, yenilenmek ve huzur için arada sırada da olsa kendimize zaman ayırmak ve değişik çalışmaları denemek…

baharda yoga

Standard

burcuyircali

Uzun, kasvetli, kuru ve soğuk kış ayları geride kalmak üzere… Kuzey yarımküre yepyeni bir bahara merhaba demeye hazırlanıyor. 21 Mart, kuzey yarımkürede gün ve gecenin eşlendiği ve resmi olarak baharın başladığı gün… Baharla birlikte bedenimizde, spor aktivitelerimizde ve yoga pratiğimizde değişiklikler olması kaçınılmaz. Bahar aylarında kendimizi daha yorgun, daha ağır ve sanki kilolarca yük taşımış gibi hissedebiliriz ve bu yorgunlukla nasıl başa çıkacağımızı da bilmiyor olabiliriz. Aslında sebep de çözüm de çok basit. İlkbahar geldiği zaman, Ayurveda’ya (Hint yaşam bilimi) göre bedenimizdeki “kapha dosha” artıyor. Bu  nedenle kendimizi daha ağır ve yorgun hissediyoruz ve kolumuzu bile kıpırdatmak bize zor geliyor. Peki bahar aylarında ne tarz bir yoga yapmalıyız?

DSCF1798

Yoga tarzına geçmeden önce, bedenimizdeki dosha tiplerini hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum. Ayurveda, beden tiplerine “dosha” adını verir ve “dosha”ları üçe ayırır: “Vata”, “pitta” ve “kapha.” Kiminin bedeninde “vata dosha” hakimken, kimininkinde “pitta dosha” ya da “kapha dosha” hakimdir. Bazı bedenlerde iki…

View original post 686 kelime daha

güven mi risk mi?

Standard

Hayatınızda sizler için güven mi önemli yoksa risk alabilen bir kişi misiniz? Günlük hayatınızı yaşarken güvenli bölgede kalmak mı yoksa zoru seçip bilinmeze doğru yürümek ve risk almayı mı tercih edersiniz? Bu hafta yoga derslerinde çakralar üzerinde yoğunlaşmaya devam ediyordum. O günkü derste sıra “manipura çakra”ya (karın çakrası) gelmişti. Ve akışta içimizdeki güç ve mücevher üzerine çalışacaktık. Dersin teması hayatta güvenli bölgede kalmak ve kendimizi hiç zorlamadan güven içinde bilindik bir akış yaşamak mı yoksa bilinmeze doğru yol alıp güvenli bölgeden çıkıp riske girmek miydi?  

Ders boyunca karın kaslarını güçlendiren “asana”lar (duruş) yaptık ve dersin ilk yarısı zirve duruşu için hazırlandık. Zirve duruşu bizi güvenli bölgeden çıkaracak bir duruş olmalıydı. Bu duruşu denerken risk almalıydık.  

Bu akışı sabah ve akşam iki ayrı derste de yaptırmıştım. Her iki ders için iki ayrı zirve duruşu seçmiştim çünkü sabah grubu ve akşam grubundaki kişiler bazı duruşları çok iyi yapıyor bazılarında ise  zorlanıyordu. Amaç güvenli bölgeden çıkıp risk almaksa her iki grup da risk almalı ve karın çakrasını etkinleştirmeliydi. Bunun için bir derse zirve duruşu “bakasana” (karga duruşu) diğerinde ise “eka hasta bhujasana” (tek el kol denge duruşu) idi. İki duruş da katılımcıların her zaman yapmaya alışık olmadığı ve o gün derse katılanları zorlayacak, güvenli bölgeden çıkaracak ve onların risk almasını sağlayacak duruşlardı.  

“Bakasana”yı denediğimiz derste bazı öğrenciler güvenliği bir kenara bırakıp risk almak için duruşu denediler. Kimileri sadece tek ayağını kaldırdı, kimileri ise sadece dizlerini kollarına dayayıp ayaklarını yerde tutarak güvenli bir şekilde kalmayı tercih etti.  

“Eka hasta bhujasana” denediğimiz derse ise yine aynı şeyi gözlemledim. Bazı öğrenciler sadece kalçalarını esnetip bacaklarını omuzlarının üzerine yerleştirip orada beklemeyi tercih ederkin kimileri kalçalarını yerden kaldırmayı denedi.  

O gün derslerde gözlemlediğim şey “mat” üzerinde yaptığımız her şeyin tamamen kişiliğimiz ile doğru orantılı ve alakalı olduğu idi. Eğer ayakları sağlam yere basan kişilersek, denge duruşlarında ve risk almada zorlanıyorduk. Ya da hayatı çok ciddiye alan kişiler değilsek ve hayata biraz eğlence olarak bakıyorsak, bu tarz duruşlar ve dersler bizim için sadece eğlence ve keyif haline geliyordu. Sonuçta hayatı çok ciddiye alıp güvenli bölgede yaşayıp ayaklarımızı yere mi basmalıydık yoksa güvenli bölgeden çıkıp risk mi almalıydık? Hayat o kadar da ciddi bir şey miydi? Azcık eğlence ve riskin bize ne zararı olabilirdi ki?  

neden?

Standard
  • Bazen yoga yazıları niçin yazdığımı ve gerçekten neden bu kadar çok uğraştığımı kendime sorduğumu fark ediyorum. Evet, yazı yazmaktan çok hoşlanıyorum ve sanki ben bu hayata bir şeyler yazmak için gelmişim. Yine de, yazılarımın gerçekten okuyup okunmadığını ya da birilerine faydalı olup olmadığını düşünmeden edemiyorum. Böyle düşüncelere kapıldığımda da yazmaya ara veriyor ve bir süre kendi kendime kalmayı tercih ediyorum. Sonra öyle bir an geliyor ki, hayat bana neden yazmam gerektiğini bir kere daha hatırlatıyor.

Birkaç haftadır yine yazılara ara vermiştim. Grup ve özel dersler ve de yoga eğitmenlik eğitimi çok zamanımı almakta. Özel hayatımda yapmam gerekenler de cabası… Ne zaman yazı yazmak için bilgisayarı açsam, blog yazmak yerine kendimi eğitim için not tutarken ya da araştırma yaparken buluveriyorum. Oysa ki ben, blog yazmalıyım. Beni mutlu eden şey bu. Ne ara kendimden ve beni mutlu eden şeylerden bu kadar uzaklaştım?

Bu sorunun cevabını hayatın günlük akışı bana yeniden hatırlattı. Bir sabah, birlikte eğitim verdiğim arkadaşımın telefonu ile neden yazmam gerektiği sorusunun cevabını aldım. Arkadaşımın stüdyosuna bir telefon gelmiş. Telefonda konuştuğu kişi çok ciddi derecede bel fıtığından mustaripmiş. Doktorlar, ameliyat olması gerektiğini söylemişler Bu kişi, internetten bel fıtığı ile ilgili araştırma yaparken fıtık hakkında yazdığım bir yazıya rastlamış ve bu yazı üzerinden araştırma yaparken de arkadaşımın stüdyosunu bulmuş ve telefonla ulaşmış. Arkadaşım, bu kişiyi stüdyoya deneme dersi için davet etmiş ve onunla faydalı bir ders yapmış. Kişi, dersten sonra çok rahatladığını ve uzun zamandır bu kadar iyi hissetmediğini söylemiş.

Ders sonrası arkadaşım beni arayıp bu konuda beni bilgilendirdiğinde bir süredir aramakta olduğum cevabı bulduğumu fark ettim. Ben neden yazı yazıyorum? Uzun zamandır bu sorunun cevabını arıyordum ve tatmin edici bir cevap da bulamadığım için boşa kürek çektiğimi düşünüyordum. Halbuki aslında yazdığım yazıları belki de sadece bir kişi için yazıyordum. Sadece bir kişi faydalanacaktı o yazıdan ve belki bugün, belki yarın, belki de bir yıl sonra faydalanacaktı ama o yazı o “tek bir kişiye” şifa olacaktı. Daha önce de yazılarımda paylaştığım bir hikayeyi hatırlattı bu olay bana. Yıllar önce bir gazetecinin paylaştığı Lauren Tseley’nin bir öyküsü:

“Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında dans eder gibi bir hareketler yapan bir insan silueti görmüş. Başlayan güne dans eden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dans etmediğini görmüş. Birkaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş. Biraz daha yaklaşınca seslenmiş:

Günaydın. Ne yapıyorsun böyle?

Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş:

– Okyanusa denizyıldızı atıyorum.

– Sanırım şöyle sormalıydım demiş, bilge adam. Neden okyanusa denizyıldızı atıyorsun?

– Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler.

– Ama delikanlı, görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı denizyıldızıyla dolu. Hiçbir şey fark etmez.

Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir denizyıldızı daha almış ve denize doğru fırlatmış.

– Bunun için fark etti.

Bu cevap bilgeyi şaşırtmış. Ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru fark etmiş ki, o koca bilim adamı, o büyük şair, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin aslında yaptığının evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni izlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve bir fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış. Utanmış. O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış giyinmiş sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla okyanusa denizyıldızı atarak geçirmiş.”

Belki de sadece bir yazı deyip geçiyorum ama belki de o yazdığım tek bir yazı “tek bir kişinin” yani “tek bir denizyıldızının” hayatında bir fark yaratacak. Yazılarımdan umudu kestiğim ve niye yazdığımı sorguladığım bir anda bana yeniden ilham veren bu kişiye gıyabında teşekkür etmek istiyorum. Hayatımda yoga olduğu için, yoga ile kişilere ulaşabildiğim için, yoga ile elimden geldiğince kişilere bedenen, ruhen ve zihnen destek olduğum için ve hem kendi hayatıma hem de başkalarının hayatına dokunabildiğim için şükrediyorum. Bundan daha iyi nasıl olunur?

farkında ve uyumlu olmak…

Standard

Bir süredir yoga dersleri ve eğitimleri dolayısıyla çok yoğundum. Süregelen derslere yetişirken bir yandan da yoga eğitmenlik eğitimi için yeni kitaplar okuyor ve kitapçığı hazırlıyordum. Tabii ki eğitmenlik eğitimi işinde yalnız başıma değildim. Kendisi de gerçek bir “yogini” olan arkadaşım ile birlikte baş koymuştuk bu işe… Yine de bir yandan derslere yetişmek, bir yandan eğitmenlik eğitimi için hazırlanmak bir yandan da özel hayatını idame ettirmek o kadar da kolay değilmiş. Tüm bu koşuşturma arasında yoga yazılarıma ara verdim. İstemeden de olsa…

Yeni yılı yaşadığım şehirden uzakta deniz kenarında karşıladım. Dört günlük bu kaçamak bana o kadar iyi geldi ki!. Meğer ne kadar çok ihtiyacım varmış şehirden uzaklaşmaya ve biraz kırsalda vakit geçirmeye… Kendi başıma kalmaya, denizi seyretmeye, denizi seyrederken bir şeyler yudumlamaya, yürüyüş yapmaya ve zaman mevhumu ve yetişme mevhumu olmadan birkaç gün geçirmeye… Bu kısa kaçamaktan döndüğümde de kendimi bilgisayar başında buldum. Yeniden yazmak için…

En son yazıyı paylaştığımdan bu yana derslerde o kadar çok şey deneyimledim ki!. Gerek yoga hakkında yazılmış kaynakları yeniden okumak gerekse daha önceden katıldığım eğitimleri gözden geçirmek ve tüm bunların sentezini yapmak beni sanki yürüdüğüm bu yolda biraz daha geliştirdi. Meğer uzun zamandır derslerde sadece bedensel çalışmalara odaklanmışım. Halbuki bu işin bir de ruhani ve zihinsel yönü de vardı. Yoga yolunda biraz daha derinleşmeye başladığımda derslerde de derinleşmeye başladım.

Yeni yıla girmeden önceki hafta eski yılı tamamlamayı ve o yıl ile hesapları kapatmayı amaçladım derslerde… Geçmiş, sadece geçmişti… Bize bir getirisi yoktu. Üstüne üstlük bizden çok şey götürüyordu. Bizleri keder ve üzüntüye boğuyordu. Ego dediğimiz şey, ya da zihin, geçmişten beslenerek büyümeyi ve kendine acımayı seviyordu. O halde 2017 yılı sona ererken geçmişten yani o yıldan yeni yıla herhangi bir yük getirmemeli her şeyi o yılda çözmeli ve bırakmalıydık. Bedensel, zihinsel ve ruhsal yüklerden arınmalı ve temizlenmeliydik. 2018 yılında ise ne geçmiş ne de gelecek odaklı olmalıydık. Gelecek de zihnin beslendiği hallerden biriydi. Gelecek, adı üstündeydi ya… Gelecek… Yani bilinmez… Bilinmezin getirdiği endişe ve korku… Üzüntü ve keder ya da korku ve endişelerle yaşamaya ne gerek vardı? Peki o zaman ne yapmalıydık? 2018 yılı için kendimize ne gibi bir yol çizmeliydik? Sadece ve sadece “an”ı yaşamalı, “an”da kalmalı, “şu an”a değer vermeli, “şimdi” nedir onu anlamalı ve “şimdi”yi deneyimlemeliydik. Bu amaçla şekillendirdiğim yoga dersleri nasıl mı oldu? Niyetimiz belliydi zaten. “Sadece ve sadece an’ı yaşamak, an’da kalmak, şu an’a değer vermek, Şimdi nedir onu anlamak ve şimdi’yi deneyimlemek…” Peki bu amaca ulaşmak için nasıl bir ders yapmalıydık? Nefesi ön plana çıkaran, nefes ile bedenin birlikte aynı anda uyum içinde hareketine odaklanan bir ders. Böylece beden ve ruh birliğini ve uyumunu sağlamış olacaktık. Ve tabii ki bu ikiliye zihin de katkıda bulunmalıydı. Zihin de bedeni ve nefesi takip edip izlerken, zihin de sadece eğitmenin dediklerini dinlemeli ve kendi bildiğini okumamalıydı. Her zaman alıştığı “vinyasa”lardan (akış) farklı akışlar yaptırmalı ve zihni şaşırtmalıydık. Böylece zihin kendi bildiğini okumak ve alıştığı yoldan gitmek yerine “an”da kalabilir otomatik olarak değil farkına vararak bir şeyler yapabilirdi… Yeni yıl için aldığımız en önemli karar neydi diye soracak olursanız… Günlük hayatta zor olsa da yapmayı başaramasak da, en azından tüm yoga derslerinde “an”da kalarak, “şu an”ı yaşayarak ve fark ederek, farkında olarak, otomatik olarak değil beden, zihin ve ruhun tam birlikteliği ve uyumu ile çalışmak…

yeni yıl

Standard

burcuyircali


Küçükken henüz iki haneli yaşlara geçmediğimiz dönemlerde yeni yıl benim için yılın en güzel zamanıydı. Hâlbuki o zamanlarda ülkemizde bu kadar çeşitli olanaklar yoktu. Yeni yıl coşkusunu yaşayıp hissedebileceğimiz süslü mü süslü ışıklı mı ışıklı alışveriş merkezleri yoktu. O zamanlarda sadece pastanelerde hissedebilirdiniz yeni yılın geldiğini… Bir de okulda yediğimiz öğle yemeğinde…

thumbnail_img_20161230_121220_548

Yeni yıl günü okul tatil havasında olurdu. Öğle yemeğinde aşçıbaşı amcamız Noel Baba kılığına girerdi. Yemek her zamankinden daha güzel olurdu. Daha doğrusu biz çocukların hoşuna gidecek yemekler olurdu. Ders yapılmazdı. Tüm gün eğlenirdik. Akşamları ise annemler biz çocukları bir evde toplarlar, kendileri de eğlenceye giderlerdi. Demiştim ya yeni yıl coşkusunu pastanelerde hissedebilirdiniz diye… Biz çocukları da mutlu edebilmek için mutlaka pastaneden yeni yıla özel bir pasta alınırdı. Annemler eve geldiğinde uyumuş olurduk. Küçükken yeni yıl bizim için arkadaşlarımızla oyunlar oynamak, pasta yemek ve 12’yi görmeden uykuya yenik düşmekti.

Günler haftaları, haftalar yılları, yıllar yılları kovaladı… Tek haneli…

View original post 445 kelime daha

neden burundan nefes?

Standard

Hayat bir okul. Üniversiteden mezun olup iş hayatına atıldığımızda ne kadar çok şey bildiğimizi düşünürüz ve çalıştığımız yerde bir sürü ukalalık yaparız değil mi? Halbuki üniversiteyi bitirmiş olsak da eğitim öğretim asla bitmez. Eğitim ömür boyu sürer. Hayat, bize devamlı yeni şeyler öğretir. Hayatımız boyunca durmadan gelişir ilerleriz. Yoga dersleri de böyledir aslında. Yoga eğitmeni olduğumuzda piştiğimizi düşünmemiz ne kadar yanlış. Her bir ders bir etkileşim ve alışveriş aslında. Her derste öğrencilerden yeni bir şey öğrenmemiz mümkün. Ya da onların bize yönelttiği sorular sayesinde kendimizi geliştirmemiz ve ilerletmemiz…

Geçenlerde öğrencilerden biri yoga yaparken neden burundan nefes alıp verdiğimizi sordu. Bir anda şaşırdım. Neden burundan nefes aldığımızı açıklayabilirdim ama neden burundan nefes verdiğimizi açıklayamazdım. Çünkü bu konuyu derinlemesine bilmiyordum. Söyleyeceğim her şey tahminden ibaret olacaktı. Bu konuyu araştıracağıma söz verip derse devam ettim.

Yogada nefes? Evet yogada “prana” dediğimiz şey en basit anlamıyla “nefes” demekti. Daha derin anlamdaysa “yaşam enerjisi” ve “yaşamda karşılaştığımız her tür fiziksel, zihinsel, ruhsal ve kozmik enerji” demekti. “Prana”, yaşam ve bilincin temel ilkesiydi. “Prana”, nefes, solunum, yaşam, enerji ve güç demekti.

“Pranayama” ise, iki kelimenin birleşiminden oluşmaktaydı. “Prana” ve “ayama.” “Ayama”, uzatma, büyütme, kontrol etme anlamlarına gelmekteydi. Yani “pranayama”, nefesin uzatılması ya da nefesin kontrol edilmesi anlamındaydı. “Pranayama”, nefes alma, nefes verme ve nefesi tutma aşamalarından oluşmaktaydı. Nefes tutma, hem nefesi aldıktan hem de verdikten sonra yapılabilmekteydi. Nefes almak, sistemi uyarmaktaydı. Nefes vermek ise, bedenden zararlı ve gereksiz şeylerin atılması demekti. Nefes tutmak, enerjiyi tüm bedene yaymaktaydı. “Pranayama” dediğimizde hem yatay bir genişleme, hem dikey bir yükselme hem de tüm akciğerlerin ve kaburgaların genişlemesinden bahsetmekteydik.

Nefes aldığımızda, göğüs kafesi genişlerken akciğerler taze oksijen ile dolmaktaydı. Nefes verdiğimizde, göğüs kafesi daralırken akciğerler boşalmaktaydı. Nefes tuttuğumuzda ise, kalp atışları yavaşlamakta ve kalp kası dinlenmekteydi.

Genel olarak dört tip solumadan bahsetmek mümkündü:

1) Yüksek/Klavikular (köprücük kemiği) soluma: Boyundaki kaslar akciğerlerin sadece üst kısımlarını harekete geçirir.

2) Interkostal/orta soluma: Bu solumada, akciğerlerin orta kısmında devrededir.

3) Alçak/diyafram soluması: Akciğerlerin alt kısımları devredeyken, akciğerlerin üst ve orta kısımları daha az devrededir.

4) Pranayamik soluma: Akciğerlerin her tarafı tam kapasite kullanılmaktadır. Nefes aldığımızda göğüs kafesi, karın şişerken nefes verdiğimizde tüm bölgeler söner. Göğüs kafesi ve karın yukarı, ileri ve yanları doğru genişler.

Yoga derslerinde, “pranayamik soluma” tercih edilmektedir. Derslerde, öğrencilerden nefesi burundan almaları istenir. Böylece bedene giren hava burnun içindeki yapılar sayesinde temizlenir ve ısınır. Hava boğazdan aşağı doğru iner ve akciğerlere ulaşır. Diyafram kası kasılınca kaburgalar yukarı ve ileri doğru hareket eder (interkostal kaslar), akciğerler genişler ve hava ile dolar. Nefes verirken diyafram gevşer, kaburgalar aşağı ve içeri doğru hareket eder (interkostal kaslar) ve akciğerler  küçülürken hava boşaltılır.

Yoga derslerinde içsel ve dışsal olarak genişlediğimizde, omurgayı uzattığımızda, kolları yana ya da yukarı kaldırdığımızda, öne eğilmeden ya da burgulardan çıkarken ve yerçekimine karşı duruşlardan kalkarken nefes almaktayız. İçsel ve dışsal olarak kapadığımızda, kolları merkeze getirdiğimizde, öne eğilirken ya da burgu yaparken ve yerçekimiyle uyumlu bir duruş yaparken nefes veririz.

Nefesi burundan almamızın sebebi, içimize aldığımız havayı temizlemek ve ısıtmaktı demiştik. Peki neden burundan nefes vermeyi tercih etmekteydik? Nefesi burundan verdiğimizde, beden nemini kaybetmemekte ve dolayısıyla da “dehidrasyon” (susuzluk) oluşmamakta. Burundan nefes alıp verdiğimizde, ağız sağlığımızı da korumaktayız. Ağzımızdan nefes aldığımızda diş etleri kurumakta ve ağzımızın izindeki asit miktarı artmakta. Burundan nefes alıp vermek, horlamayı ve uyku apnesini azaltmakta ve uykuyu düzene sokmakta. Ayrıca, burundan nefes alıp vermek, bedene alınan oksijen miktarını dengelemekte ve bedenimize oksijen ihtiyacı kadarını almamızı sağlamaktadır.

Tüm bunlara ek olarak, ağzımızdan nefes alıp verdiğimizde gereğinden fazla soluma yapmakta ve “hiperventilasyon”a (normalden daha hızlı soluk alıp verme ) neden olmaktadır. Yine ağızdan nefes kullandığımızda, sadece göğsün üst tarafı devrede olur ve diyafram devrede olmaz. Ağızdan nefes almak, boğaz yollarında kuruluğa ve öksürüğe neden olabilir.

Ayrıca, burundan nefes alıp vermek, akciğerlerimiz ve kanımızdaki karbondioksit seviyesi ile ilgili bir konudur. Karbondioksit seviyesi normal olduğunda, dokularımıza ve beynimize yeteri miktarda oksijen salgılanmakta. Birçoğmuz, karbondioksitin bizler için kötü olduğuna inanmaktayız. Ancak, karbondioksit olmazsa, bedenimizin ihtiyacı olan oksijeni alamayız. Karbondioksit seviyesi yeterli ve doğru miktarda olduğunda, kırmızı kan hücreleri taşıdıkları oksijeni salgılayabilmekte.

Bedenimizin kullandığı karbondioksit miktarını havadan değil, bedenimizden sağlamaktayız. Bu nedenle, doğru bir şekilde solunum yapmazsak, ihtiyacımız olan karbondioksit miktarını da üretemeyiz.

Akciğerler, karbondioksit depolamakta. Karbondioksit belli bir seviyenin altına düşerse, bir takım dengesizlikler hissetmeye başlamaktayız ve bunlar da belli semptomlar olarak karşımıza çıkmakta. Akciğerlerde yeterli miktarda karbondioksit olduğunda, soluma diyafram aracılığı ile yapılmakta.

Ağızdan nefes alıp verdiğimizde, akciğerlerdeki ve kandaki karbondioksit seviyesi azalır ve beyne ve dokulara daha az miktarda oksijen gider. Karbondioksit seviyesi az olduğunda, kanın PH derecesi alkalin seviyesine yükselir ve beyne bir mesaj yollanır. Beyin, solumayı durdurmak için diyaframı durdurur ve karbondioksit seviyesi artar. Kan PH derecesi yeniden sağlandığında ve bedende oksijen yeniden dolaşmaya başladığında, beyin diyaframa yeniden çalışmaya başlaması için bir sinyal yollar. Ve nefes döngüsü devam eder.

Diyaframı solumanın temel kası olarak kullanmazsak, akciğerlerdeki karbondioksit miktarını dengelemede sorunlar yaşarız. Ağzımızdan nefes alıp verdiğimizde, sadece göğsün üst tarafını kullanıp diyaframı kullanmayız. Göğüs kafesinde gerginlik hissedip, solumada sıkıntı hissedebiliriz. Diyafram sayesinde, bedenden atacağımız karbondioksit miktarını dengeleriz.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı yoga çalışmalarında burundan nefes alıp vermeyi tercih etmekteyiz. Ruhsal ya da zihinsel boyutta ise, burundan nefes alıp vermek bedeni ve nefesi sakinleştirken zihni de dinginleştirmektedir. Burundan nefes alıp verdiğimizde, nefes alış veriş süresi uzamakta, nefesler derinleşmekte ve zihin de bu sayede dinginleşmektedir.

Sonuç olarak, “prana” sadece “nefes” demek değildi. O, “yaşam enerjisi”ydi. Prana”, nefes, solunum, yaşam, enerji ve güç demekti. Yoga dersleri de yaşamın bir parçasıydı ve dersler sırasında yeni şeyler öğrenmek mümkündü. Öğrencilerin öğrenme isteği ile bizlere sorduğu sorular biz öğretmenlerin de gelişmesi ve ilerlemesi için bir şanstı. O gün öğrencilerden biri yoga derslerinde neden burundan nefes alıp verildiğini sormamış olsaydı, ben de bu kadar derinlemesine araştırma yapmayacaktım. Her an bizlerin gelişmesi ve ilerlemesi için bir şans… Her yoga dersi bizlerin gelişmesi için bir olanak… Önemli olan gelişmeye ve ilerlemeye açık olmak… İyi ki varsınız sevgili öğrencilerim. Namas’te…