Her zaman derim: “Himalayalar’ın tepesinde, herhangi bir su kenarında, dağ tepesinde ya da Hindistan’da bir “aşram”da yoga ve meditasyon yapmak ve zihni sakinleştirmek çok kolaydır. Önemli olan günlük hayatımızın içinde, büyük şehrin koşuşturmacası içinde zihni sakinleştirmek ve kendimizi yogaya ve meditasyona adayabilmektir.” Bu düşüncelerim geçen hafta bir grup dersinde yine gün yüzüne çıktı.
Geçen hafta spor tesisinde yoga grup dersine gittiğimde yöneticiler, her zaman yoga yaptığımız ve “gözlerden ırak”, “sessiz ve sakin” stüdyomuzun tamirde olduğunu ve bu nedenle tam ortada bulunan ve herkesin yolu üzerinde olan bir stüdyoda dersimizi yapmamız gerektiğini söyledi. Başımıza gelen her şeyi olduğu gibi kabul etmeye ve yeni koşullara uyum sağlamaya niyetliydik ya. O yüzden sorun olmadığını ve dersi o stüdyoda yapabileceğimizi söyledim.
Tesis sabahları sakin olduğu için bir sorunla karşılaşmadık. Genellikle haftanın son günü sabah ve akşam derslerinde tüm haftanın bedensel ve zihinsel yorgunluğunu üzerimizden atmak için “yin” (dişil enerji) tarzı çalışıyorduk. Gündüz dersinde herhangi bir sorunla karşılaşmadık. Kalçayı dışa çeviren kasları, kasık kaslarını, arka bacak kaslarını ve kalça fleksör kaslarını esnettikten sonra “hanumanasana” (maymun duruşu) deneyerek “yin” tarzı çalıştıktan sonra bedenin böylesine derinlik isteyen bir duruşu daha kolay yapıp yapamayacağını gözlemledik. Uzun bir dinlenme sonrasında dersi tamamladık.
Akşam dersi için tesise gittiğimde tesisin her zamanki gibi çok kalabalık olduğunu gördüm ve o kalabalık ve gürültü içinde ortadaki stüdyoda yoga dersini nasıl yapacağımızı düşündüm. Birden paniklediğimi fark edip nefeslerimi izlemeye başladım. Nefeslerime odaklanarak sakinleşmeye çalıştım. Kendi kendime, “Burcu, yapabileceğin bir şey var mı? Bu ders bu stüdyoda yapılacak. İster kalabalık isterse çok gürültülü olsun, bu ders tamamlanacak. Senin tek yapman gereken derste sükunetini korumak, öğrencileri rahatlatmak ve onların bu kalabalık ve gürültülü ortamdan etkilenmelerine engellemek. Onlara haftanın son gününde keyif alacakları, dinlenecekleri, dinginleşecekleri ve sakinleşecekleri bir ders sunmak. Paniklemenin sırası değil” şeklinde telkinde bulundum. Evet, yapacak bir şey yoktu. Başa gelen çekilirdi.
Derse meditasyon ile başladık. Her zamanki gibi klasik müzik parçalarını kullanıyordum. Genellikle öğrencilerin kendi deneyimlerini izleyip fark etmelerini istediğim için klasik müzik kullanıyor ve müziğin sesini çok düşük seviyede tutuyordum. Tableti stüdyodaki müzik sistemine bağlamıyor; tabletin ses sistemiyle yetiniyordum. Ne yazık ki o gün dersi ortadaki stüdyoda yaptığımız için tabletin kendi sesi yetersiz kaldı. Teknolojiden de fazla anlamadığım için tableti sisteme bağlayamadım. Tabletin sesini sonuna kadar açtıktan sonra öğrencilere nefeslerini izlemelerini ve nefeslerle gevşeyip rahatlamaya başlamalarını söyledim. Tam o sırada çok yüksek sesli bir müzik duyulmaya başladı. Diskolarda ve barlarda duyacağınız türden… Bir an ne olduğunu anlamadım. Sonra sesin “spinning” dersi yapılan salondan geldiğini anladım. Neden bu kadar çok ses geliyordu? “Spinning” derslerinde çok yüksek sesle müzik çalındığını biliyordum ama o akşam sanki ses bizim çalıştığımız stüdyodan geliyor gibiydi. Öğrencileri nefeslerini ve bedenlerini gözlemlemeye yönlendirirken stüdyodan çıkıp “spinning” stüdyosuna baktım. Ve ne gördüm dersiniz? Stüdyonun kapısı ardına kadar açık. Ses o yüzden çok kuvvetli geliyormuş. Stüdyoya gidip kapıyı kapattım ve kendi dersime döndüm. Bu arada meditasyonu sonlandırdım ve derse başladık.
Gürültüden dolayı öğrenciler dikkatlerini bir türlü toplayamıyorlardı. “Gözlerinizi kapatın. Nefeslerini izleyin. Dikkatinizi nefesinize yönlendirin. Sizi etkileyen bir sürü şey olduğunu biliyorum ve bunlardan en önemlisi dışardan gelen ses. Nefeslerinizi izlemeye çalışın ve dikkatinizi sadece kendinize, nefeslerinize ve bedeninize yönlendirin. Gözleri kapatarak dışardan gelen hiçbir şey ile ilgilenmeyin. Mümkün mü? Kabul ediyorum, hep dışardan veri almaya ve o verilere kapılarak yaşamaya alışmışız ama kendi içimize dönmek, dışarıyla ilgilenmemek, gözlerimizi kapatmak ve bu dersi sadece ve sadece kendi içimizde yaşamak mümkün mü?”
Neden bu kadar çok ses geldiğini bir türlü anlayamamıştım. Öğrenciler “surya namaskara” (güneşe selam) ile ısınırken kapıdan dışarı baktığımda spinning stüdyosunun kapısını tekrar açtıklarını gördüm ve bu kadar çok sesin sebebini anladım. Tekrar gidip kapıyı kapatmanın bir anlamı yoktu. Spinning stüdyosu küçük olduğu için öğrenciler kapının açık kalmasını ve böylece içeriye biraz hava girmesini istiyordu. Onlar da haklıydı. Peki bu durumda biz ne yapacaktık? Neredeyse kendi sesimi bile duymuyordum. Sürekli “kendi içimize dönmekten”, “beden, nefes ve zihni bir arada tutmaya çalışmaktan”, “gözleri kapatmaktan”, “sadece kendi matımızda kendi pratiğimize yönelmekten” bahsedip duruyordum. Peki ben kendi zihnimi toparlayabilmiş ve dersin akışını düzenleyebilmiş miydim? “Yin” yoga yapıyor olsak bile dersin kendi içinde bir akışı, düzeni ve “bhava”sı (havası) olmalıydı. Peki gürültülü bir müzik eşliğinde yapmaya çalıştığımız “bedensel-zihinsel-ruhsal” yolculuğumuzun “bhava”sı ne olabilirdi ki?
Günlük hayatımızda da kimi zaman her şey istediğimiz gibi gitmez. Kimi zaman zorluklarla ve sorunlarla karşılaşırız. Böyle bir durumda “tamam, ben küstüm. Artık bu oyunda yokum” diyerek oyunu terk mi ediyoruz? Tabii ki hayır. Nasıl ki günlük hayatımızda zorluklarla ve sorunlarla karşılaştığımızda o zorlukların üstesinden gelebilmek için çabalıyorsak aynı şeyi yoga matı üzerinde de yapmalıydık. Her zaman demiyor muyduk? Yoga matında verdiğimiz tepkiler ve yaklaşımlar aslında günlük hayatımızda da verdiğimiz tepkiler ve yaklaşımlarla aynı diye… O halde bu durumda yoga dersini bırakmak ve oyundan çekilmek yerine içinde bulunduğumuz koşullarda dersi elimizden gelen en iyi şekilde tamamlamalıydık. Ve dersi tamamladık. Hatta spinning dersi bizim dersten önce bittiği için “savasana”yı (derin gevşeme ve dinlenme pozisyonu) klasik müzik eşliğinde beden, zihin ve nefes bütünlüğü içinde yapabilmiştik.
Ders sonrasında öğrencilerden biri yaşadığı deneyimi şöyle ifade etti: “Öğretmenim, bugün sizin dediklerinize kulak verdim ve sadece kendime odaklandım. Beden, zihin ve nefesimi bir tutmaya, gözlerimi kapatıp sadece kendimi izleyip kendimi dinledim. Ve inanır mısınız, ilk defa bu kadar kendimden geçtim ve kimi zaman sizin söylediklerinizi bile duymadım. Gerçekten de dış dünyaya kendimi kapatabildim. Hem de böylesine bir ortamda…”
Yaklaşık dört senedir birlikte çalışıyorduk. Sessiz ve sakin stüdyomuzda kapımızı kapatıp ışıklarımızı kısıp kendi kendimize yogamızı yapıyorduk. Böylesine bir ortamda çalışmamıza rağmen tam anlamıyla kendi içimize dönememiş miydik? Neden hep dış dünyaya odaklanıyorduk? Neden sınıfta kendi matımızda kendi pratiğimizle ilgilenmek yerine sınıfa geç kalan ve giren kişileri görmek için gözlerimizi açıp o en kıymetli meditasyon anlarını kaçırıyorduk? Neden bedenimiz nefeslerimizle birlikte bir “asana”dan bir “asana”ya akamıyordu? Bedenim ve zihnim aynı anda sınıfta mıydı? Yoksa zihnim bedenimi sınıfta bırakmış gün içinde yaşadıklarına ya da ders sonrası yapacaklarına mı takılıp gitmişti? Her ne kadar sessiz ve sakin bir ortamda olsak da beden, zihin ve nefes bütünlüğünü sağlayamadıysak sakinlik ve sükunet bizden biraz uzaktı. İster Himalayaların tepesinde olalım istersek çağlayan bir ırmağın kenarında istersek Hindistan’da bir “aşram”da istersek yaşadığımız şehrin en işlek caddesinde yürüyor olalım… Önemli olan günlük hayatımızın içinde, büyük şehrin koşuşturmacası içinde zihni sakinleştirmek ve kendimizi yogaya ve meditasyona adayabilmektir. İster sessiz ve kendimize ait yoga stüdyomuzda istersek de gürültülü bir müziğin yanı başında olalım… İstedikten sonra, beden, zihin ve ruh birliğimizi sağlayabilir, her yerde yoga yapabilir ve her yerde içimize dönüp, kendimizi dinleyip dinginleşebilirdik. Yeter ki isteyelim…